19 Eylül 2010 Pazar

KÜÇÜK Bİ KIZ

Bir kız çocuğu gördüm bugün. Saçının kuyruğuna takıldı gözüm. Kendi çocukluğumu hatırladım. Parkta yaptığım kumdan kaleyi babama göstermek için koşarken bi o yana bi bu yana sallanırdı benim de upuzun saçlarımdan yaptığım  kuyruk. Hemen hemen aynı yaşlardaydım o kızla.  Ben yaptığım kumdan kaleyi gururla göstermek için sallıyodum kuyruğumu, o da yine bi otobüs kuyruğundaki yolculardan 25 kuruş isteyebilmek için sallıyodu biraz cüretkar. Babamın yanına vardığımda gururla anlatırdım yaptığım kaleyi özellikle de babamın yanında bi arkadaşı varsa, ışıl ışıl olurdum aferinler havuzuna düşünce. Bugün gördüğüm kız da otobüs kuyruğundaki bi gence 11 kardeşinin isimlerini yaş sırasıyla söylebildiğinde ışıl ışıl parlıyordu gözleri, gururla. İstanbul’un güzel bi semtinde oturduğumuzdan caddeler , sokaklar dolu doluydu her zaman. Annemler kaybolurum, başıma bişey gelir diye eve kendi başıma gelmeme izin vermezlerdi ilkokul 4e kadar.  O küçük kız Ankara’nın en işlek caddelerinde koşturup, arabaların önüne atlıyodu bugün 50, yoksa da 25 kuruş için. Oyun olarak mı görüyodu bu her günkü hengameyi acaba? Gece başını koyabilecek bi yastığı var mıydı? Her çocuğun uyumadan önce oynadığı hayal kovalamaca oyununu oynuyo muydu? Yoksa kovalayamayacağını bildiğinden her gün gördüğü, bi şekilde diyaloğa girdiği binlerce insanı mı düşünüyodu? Peki özeniyo muydu yaşıtlarına? Yoksa insaflı birinin verdiği 50 kuruşla aldığı bir şişe su onu yeterince mutlu ediyo muydu?Hiç bisiklete binmiş miydi acaba? En son ne zaman doyurmuştu tıka basa karnını? Çocuk olabilmiş miydi? Bir bir düşündüm bunları… O küçük kızın gözlerinde kendi çocukluğumu görmeye çalıştım, göremedim. Babasının haylayf almamasına kızıp, evden okul bahçesine kaçan, akşam ezanıyla oyundan eve dönmek zorunda olmasına burun kıvıran, bisikletin yanında pateni de görmüş, gönlünce oynamış, olabildiğine çocuk olmuş kızla, bu sarışın, yüzü gözü kir pas içinde olan kız hiç bi şekilde benzeşmedi. Biz, zamanın “gerçekten çocukları” şimdinin “çocuk olmaya çalışanlarına” bi şekilde yardım  etmeliyiz dedim, düşündüm ne yapacağımızı da bulamadım. Çocuk esirgeme kurumuna haber versek dedim. Vicdanımın ikiye bölündü, bi yarısı diğeriyle savaşmaya başladı. Kimbilir belki meslek sahibi çocuklar olurlar çocuk esirgeme kurumuna giderlerse de, bi çocuk için ne kadar hayırsız olursa olsun anne babanın yeri başkadır. Annesinden babasından ayırmaya vesile olmaya gönlüm el vermedi hiç bi şekilde. “ Abla, 50 yoksa 25 kuruş ver be” derken bi gözüme bi de çantama  attığı  kaçamak bakışlar kaldı gözümün önünde, hiç iyi olmadı… Küçücük sarışın bi kız damgasını vurdu günüme… Günlerden küçük bi kız…

8 Eylül 2010 Çarşamba

DİLEK

Dün bi dilek tuttum.. Öylesine çabuk gerçekleşsin istedim ki dileğim, ne kayan bi yıldızı bekleyebildim, ne de gidip bi ağaca çaput bağlayabildim. Hep süreç gerektirirdi bunlar.. Artık süreçlere tahammülüm yok sanırım.”Artık” değil aslında, kendimi bildim bileli sabırsızım ben. Zaman beni kovalamıyo da ben zamanı kovalıyorum sanki… Bişeyleri kaçıracakmışım gibi ödüm kopuyo. Kime yakınsam bu sabırsızlığımdan, “BEKLE” diyolar hep . Sabırsızlığımı da beni de koruyup kollayan yok hiç, herkes ertelemeler cumhuriyetinin vatandaşı…
Bir yıldızın bütün haşmetiyle ışıl ışıl gökten süzülmesini bekleyemedim belki, ya da asi bi rüzgarın umut dolu çaputumu gün be gün tokatlamasını da… Ama camın önüne oturdum bugün, yanıma konan ilk kuşa fısıldadım dileğimi, çabucak kanatlanıp götürsün  diye dilek kabul merkezine. Bulduğum ilk su birikintisine attım küçücük taşımı, o dibe çökene kadar bi solukta gerçekleşsin diye dileğim. Batıl, matıl ... Yine de boş durmadım yani, bişeyler yaptım elimden geldiği kadar…
Bir göz açıp kapayışımda, bir parmak şıklatışımda gerçekleşsin istiyorum ya, uyandığımda kolaçan ettim dileğimi yerli yerinde duruyo mu diye. Yine ümitlendim belki bi sürpriz yapmıştır da tüm zamanların en büyük gerçekliği olarak karşıma dikilivermiştir diye.
Kafamdaki kelimeler uzun zamandır, öylesine süslenmişler ki.. Bu süslülük boşa gitmesin diye , buluşmuşlar,cümle kurmuşlar kendi aralarında. Bu aralar kağıt üstünde dans etmeye böylesine hevesli olmalarına rağmen pek izin vermiyorum ben. Hele bi zihnimdeki tantana bitsin, en güzel en süslü yazımı o gün yazıcam.. Bugün de bi dilek tuttum, aynısını.. Belki öbürü kabul merkezine ulaşamamıştır, bi aksilik olmuştur diye işimi sağlama almaya çalıştım : ) Belki de kolkola verirler daha çabuk gerçekleşirler di mi?  Sinerji den her zaman güç doğar: ) Neyse… Şimdi ben bi kaç kuş daha bulmalıyım derdimi anlatıcak bu güzel dilek gününde… Evet, günlerden dilek….:)

2 Eylül 2010 Perşembe

GİZEM

Uzun zaman bekledik bugünü... günlerin Gizemi mi , yoksa Gizemin günü mü belli değil aslında... Günler Gizemi bugüne hazırladı aslında ve Gizem de gününün hakkını verdi. Zaten bizim için çok yüksekteydi ama somut olarak da yükselmiş oldu böylece, belgeli filan. Bugüne kadar her gün hazların en tatlısına beraber vardık... Güldük çok "en jüri" hallerimize... Sevincimizi "alkışlayarak" çoğalttık birden, en uzaktan bile farkedilir oldu... Sevinç demek coşku demekti, takdire şayandı ayrıca, nasıl olsun da alkışlanmasındı. Nazar çıkarmak da olabilir aslında bizim bu alkışlama tutkumuz... Öyle çok mutlu oluyoruz ki çünkü aynı anda, Türk milletinin kafasına yazılan gibi mutluluğumuzun hüzün getireceğinden korkup ilk aklımıza gelen en basit ritmle dağıtıyoruz kötü enerjiyi belki de... Sorular sorduk, hatta bazen sormadık, Gizem kendi kendine sorarak hallediyodu o kısmı, cevapları fazlasıyla aldık. Dilin şakalarına şaşırdık, yine kahkahalara boğulduk üstüne... En basit kelimeleri ingilizceye çeviremez olduk, bazen de "pseudo" kelimeler uydurduk durumu kurtarabilsin diye. Zamanla yarıştık, yakalayabildik diye sarıldık yine birbirimize sıkı sıkı...Gözlerimiz bulutlandı vuslat yaklaşınca, yine sarıldık sonra.. Malum büyük başarılar gözyaşlarıyla ıslanmayınca yavan geliyo ya hep... İsmiyle müsemma "Harika" Teyze'nin bütün yemeklerinin harikalığı bile desteğinin harikalığını gölgede bırakmaya yetmedi. Yine Gizem'in gözlerinin içine baktığındaki sıcacık gülüş, adı "Harika" diye mi ona bahşedildi dersiniz?  Ya da Gizem'in harikalığının "Harika'lı" zamanlarla mı ilintisi var acaba?
Harika'nın kızı Gizem harikalar yarattı bugün, yükseldikçe yükseldi sonra... Gülmek, sarılmak, "alkışlamak" bir oldu ama  yine de yetmediler içimizdeki sevinci anlatmaya.Bu kez de bulutlar bizim gözümüze taht kurdular, malum başarıyı yavanlıktan kurtarmak şart :) Gün, günler öncesinden müjdelemişti bu kez kendini...
Gizem seni çok seviyoruz... Hatırda kalmaz satırda kalır ya, sık sık tekrarlıyorum;)... Ha tabi bi de Gizem'in günü... Seni de çok ama çok sevdik:)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

NURİ

Her şeye mutlaka bi ad koyarım ben, bilen bilir… Bilgisayarımın, camın önündeki çiçeğimin, pijamalarımın, hatta evdeki su damacanasının bile adını koymuşluğum var… Nasıl bir bağ kurma arzusu benimki  bilemiyorum ama çok seviyorum işte. Hatta hali hazırda adı olanlara bile kendimce bişeyler uydururum, nasıl istiyosam öyle seslenirim o saatten sonra.. biraz bencilce bulurum ben de bazen tamam ama böyle işte. Belirsizliklerden hiç hoşlanmadığımdan durumların, olayların da adını koymayı görev bilirim her zaman. Kavga etmişsem kavgadır o, boşlukta ne idüğü belirsiz sallanmamalıdır… Kavga olduğunu kabullenip öyle davranmalıdır taraflar. Bi de ilişkiler var tabi, ilişkilerimiz… Küçükken çok çekinirdim, birilerine hayatımda roller vermeye, ya da birilerinin hayatından rol kapmaya, inanılması güç tabi biliyorum… Ben de zaten yaptığımı anlamsız bulup, hayatımdaki her türlü ilişkiye, aşk olsun, dostluk olsun, iş olsun  bi ad koydum bu zamana kadar. Herkes rolünün hakkını verebilsin diye belki de kim bilir? Aynı anda iki role bürünmeye çalışmasın diye… Bazen içimdeki genç kızdan dolayı olacak aceleci davrandım, bazen de çok geç kaldım… Yepyeni ilişkilere isim verene kadar 3-4 yılı buldum… İsim koyma sevdam bazen sevimli kıldı çevremdeki her şeyi, bazen de canımı sıktı çok, yine de vazgeçmedim… Bugün ama sarstı biraz… Pek bi memnun Suat diyorum “su at”an damacanama, camın önünde Zeyneple konuşuyorum üstüme Şadiyeleri çekmiş de, aynı kolaylıkla 3 kelimeyi bir araya getiremedim bugün tezimi adıyla çağırabilsinler diye. Diyorum ya, bi şeyin adını koymak uzun zamandır hiç bu kadar zor olmamıştı…Halbuki bebek maması filan, türlü türlü sevimli şeyi çağrıştırıyo bana da olmayınca olmadı işte… İngilizce’nın belini kırarak bişeyler uydurduk sonra da ben yine de ona Nuri diyeceğim galiba… Öyle hisseti gülçinkız napalım… e bugün de Nurimin günü olsun o zaman… Günlerden Nuri…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

YEŞİL

İyidir renklerle aram benim aslında...  Bu zamana kadar bir iki küstahlığım olmuştur en fazla, o da sarıya karşı... Güneşin rengini yer yer, aaa ama bu da hardal sarısı şimdi diyerek, hamburger süsüne benzetmiş oluşum arsızca aslında. Darılmış mıdır bilmem? Gerçi darılsa da umrumda değil pek, gönlüm çimenin yeşilinde, göğün mavisinde benim:)Yaprağın yeşilini, eriğin yeşilini, denizin yeşilini, odanın yeşilini, kurbağanın yeşilini, asker yeşilini, yosunun yeşilini sevdim de en çok gözümün yeşilini sevdim bu zamana kadar... Gözümde şaşırdım annemle babama böylesine benzeyişime. Fotoğraflarıma baktım, güldüm yer yer, topaç gibi çıkmış can erikler diye... En çok yeşil giyinmemi istediler, "bak gözün gibi" diye, yakıştırdılar diye sevdim... Ruhumu okşayan en içli cümleler yeşilliydi hep...Böylesine vurulmuşken yeşile, bir iki gün önce biri mavi deyiverdi yılların yeşilliğine. Maviyi de severim bu arada, onun da yeri ayrı... Yeşilini sevdiğim denizin mavisine de ayrı bi bayılırım da, maviyi kabullenmekle ihanet etmiş olmaz mıyım biriktirdiğim yeşilliğime.. "Mavi senin gözlerin" dedikçe karşıdaki ses, daha bi yeşerdi gözlerim.. En çılgın yeşile ulaştığında kandırıverdi o mavici sesi de huzurun rengi oldu bu kez... Ne mi oldu sonra? Günün rengi, tadı, kokusu, her şeyi yeşil oldu.... Yemyeşil...