27 Ağustos 2015 Perşembe

KÜNDEYE GELMEK

Güreş sporunu hiç sevmem. Yedi göbek Edirneli olmama rağmen bir kez bile Kırkpınar müsabakalarına gitmedim. Tabii ki her spor türüne büyük özveri ve disiplin gerektirdiği için saygı duyuyorum ancak bu durum ne yazık ki vücutlarını yağlamış amcaların birbirlerini yakalamaya ve yere devirmeye çalışmalarını zevkle seyretmeme yetmiyor. İşte bu sebeplerle, sinemanın önünde durup hangi salona gireceğime karar verirken Foxcatcher Takımı’na pek de hoş olmayan bir önyargıyla yaklaştım.

Foxcatcher Takımı tam bir güreş filmi. Güreşte olimpiyat şampiyonu olan iki kardeşin (David Schultz ve Mark Schultz), ülkenin en zenginlerinden, güreş âşığı John du Pont ile ilişkilerini konu edinen film gerçek bir hikâyeden sinemaya aktarılmış. Aile, para, başarı, hırs, azim gibi hayatın yapı taşlarına alışılmadık bir kurguyla değinen film izleyiciye dört ayrı koldan katharsis yaşatıyor.
Mark ve David kardeşlerde başarının, aileye verilen önemin ve paranın farklı yansımalarını görüyoruz. David ve Mark’ın ağabey-kardeşten ziyade baba-oğul ilişkisini andıran yakınlıkları aslında oldukça aşina olduğumuz bir durum. David hırslı, azimli, başarılı ve kardeşi Mark’ı kendi çocuklarından ayırmayan bir aile babası olarak izleyicinin kalbinde yer ederken, Mark ağabeyinin gölgesinde kalmayı seçmiş, yine ağabeyinin verdiği taktikler sayesinde olimpiyat şampiyonu olmuş ama asla ağabeyiyle aynı noktaya gelememiş, ağabeyinin bir babaya yaraşır sonsuz şefkat ve özverisine nail olabilmiş ama asla kendi olmamış, adı hep ağabeyiyle anılmış bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Paranın gücüyle, hayatında böylesine yeri olan ağabeyini bir kenara koyan Mark, zaman içinde bunun vicdan azabını çok derin bir şekilde yaşıyor.

Bu aile tablosuna paralel olarak du Pont ailesiyle tanıştırıyor bizi yönetmen Bennett Miller. Sahip olduğu servet ile hobi, arkadaş ve hatta bir kardeş satın alabileceğine inanan John du Pont’un yalnızlığı ve bu yalnızlık içindeki çırpınışları izleyicide film boyunca acıma, öfke vb. birçok duygunun aynı anda uyanmasına yol açıyor. Gurur duyduğu, spor müsabakalarından
kazandığı ödüllerin durduğu “ödül odası”, başta izleyiciyi özendirirken, neredeyse hepsinin para karşılığında temin edildiği öğrenildiği anda bir “utanç odası” haline geliyor. Hiçbir şeyden memnun olmayan, oğluyla asla gurur duymayan, neredeyse hayatı zindan eden anne du Pont ise, John’daki tüm kırıkları açıklar şekilde filmdeki yerini alıyor. İzleyici yer yer kendini John için üzülürken buluyor, hatta hak veriyor ona zaman zaman. Filmin öyküsünü bilmeyenler için şok edici sona gelindiğinde hak verdiğine pişman oluyor bu kez izleyici, hak verdiğine, John için üzüldüğüne yanıyor filmin sonuna kadar. Acımanın yerini ne yazık ki öfke ve üzüntü alıyor artık.

Steve Carell’in John du Pont rolüyle dünyadaki sayılı oyunculuk performanslarından birini sergilediği film, Mark Ruffalo’nun büyüleyici oyunculuğuyla defalarca yaşamak isteyeceğiniz bir tecrübe vaat ediyor. Yönetmen Bennett Miller’ın kasvetli kurgusu, normal seyrinde giden olaylarda bile izleyicide gerilim yaratmayı başarıyor. Bu kasvet havası John du Pont rolünü üstlenen Steve Carell’in usta performansıyla birleşince filmin bir sonraki anını tahmin edebilmek neredeyse imkânsız hâle geliyor ve film göz kırpmadan izlenebilir oluyor. Güreş sevdasının incelikle işlenmesi, antrenmanların yapıldığı spor salonlarında güreşçilerin istekli ve umutlu bir şekilde yansıtılmaları, izleyicide güreş sporuna ister istemez bir sempati yaratıyor. Tüm bu etmenler birleştiğinde Foxcatcher Takımı güreşten nefret eden beni, filmin sonunda âdeta kündeye getiriyor. İlham verici oyunculuk performansları, gerçek bir öyküden aktarılan enteresan kurgusu, daha önce yaptığı işlerle adından söz ettiren usta yönetmeni ile Foxcatcher Takımı her yaştan izleyiciyi sinema salonlarına çağırıyor.

GİTMEK

On yaşındayım. İlk kez bir taşınma macerasında buluyorum kendimi. İstanbul’un büyük bir ilçesi olan Bakırköy’den Trakya’nın küçük bir ilçesi olan Babaeski’ye taşınıyoruz. Ablamın orada iş bulması ana sebebimiz ama babamın Babaeskili oluşu da oldukça büyük bir etken tabii. Babaeski’ye, her yaz tatilinde babaannemi görmek için gittiğimizden aşinayım. İstanbul’da, başıma bir şey gelir endişesiyle yalnız başıma dışarıda oynamama izin verilmezken, Babaeski’de sabah çıkıyorum evden, akşam ezan okunurken giriyorum. Mahalledeki arkadaşlarımla bildiğimiz bütün oyunları bitirdikten sonra yeni oyunlar icat etmeye başlıyoruz. Babaeski’den İstanbul’a her dönüşüm hüzünlü, çünkü bacak kadar boyumla özgürlüğümün elimden alındığına inancım tam. İşte bu sebeplerle İstanbul’dan Babaeski’ye taşındığımız için benden mutlusu yok. Annemler de en az benim kadar memnunlar. O zamanlar neden olduğunu pek anlamıyorum ama sürekli küçük şehirde yaşamaya heves ettiklerinden bahsedip duruyorlar. Güle oynaya taşınıyoruz Babaeski’ye.

Ancak çok geçmeden jeton düşüyor bende. Sineması bile olmayan, kısacası sosyal yaşam adına hiçbir şey vadetmeyen bu küçük ilçenin zorlukları ilk gençlik yıllarımda beni oldukça rahatsız etmeye başlıyor. Sokakta oynama yaşım da geçtiğine göre hiçbir şey mutlu etmiyor beni. İstanbul’dan geldiğimiz için her gün biraz daha kızıyorum aileme. Annemlerde ise aksi bir durum söz konusu. Küçük bir ilçede yaşadığımız yetmiyormuş gibi şimdi de bahçeli, küçük, benim o zamanlar “köy evi” diye adlandırdığım müstakil bir evde yaşama planlarından bahsediyorlar. Toprakla, çiçekle uğraşmak istiyorlarmış. Bir türlü anlayamıyorum hayatının 25 yılını İstanbul gibi bir cennette geçirmiş bu insanların küçük bir bahçeli evde nasıl mutlu olacaklarını ve gün geçtikçe daha çok küsüyorum onlara. Bu küçük kasabada başka yapacak bir şey bulamayınca İlçe Halk Kütüphanesi’nin müdavimi oluyorum. Daha çok kitap istiyorum, daha çok imkân, daha çok İstanbul. Kafesin içinde hissediyorum kendimi ve kafes gün geçtikçe daralıyor.

Ne olmak istediği sorusuna “İstanbul’da okumak istiyorum” diye cevap veren kızımızın yüzüne üniversite sınav sonucu tokat gibi iniyor: Ankara. Yine de pek mutluyum büyük şehirde yaşamaktan. Çok da seviyorum Ankara’yı, her caddesini, her sokağını. Ama ne yazık ki yavaş yavaş geçim derdi boy göstermeye başlıyor. Annemin yıllarca verdiği nasihatler bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkıyor. Bu büyük şehirde kendimi mutlu edebilmek için kredi kartlarıma yüklendikçe yükleniyorum. Sonra borcumu ödeyebilmek için nefret ettiğim bir işte çalışırken buluyorum kendimi. Nefret ettiğim bu iş hayatımı öyle bir sıkıntı içine sokuyor ki bu sefer oksijen almak için sarılıyorum kredi kartlarına. Kredi kartları için çalıştığım, ama bir yandan da çalıştığım için kredi kartlarına yaslandığım iğrenç bir paradoksun içinde buluyorum kendimi. Hayata dair beni neyin mutlu ettiğine dair bir fikrim yok, anlık mutluluklardan günler, haftalar, aylar yaratmaya çalışıyorum. Büyük bir illüzyonun içindeyim ama sihirbaz bir türlü parmağını şıklatmıyor. Sürekli sorguluyorum kendimi, hayattan beklentilerimi. Az çok cevabım var bu sorulara ama yirmi üç yaşında olmasına rağmen yüreğim yorgun, bir panzehir bulmaya yetecek mecali kalmamış. Büyük şehir gittikçe yutuyor beni, Babaeski’yi düşlüyorum. Derken bir gün, tüm bu yakarışları duymuş gibi Tanrı bir armağan veriyor bana Ankara’da: aşk. İnsanoğlunun milyarlarca eşleniğinden birini seçmesi ve istemsizce aynı hareketi gerçekleştirmeye programlanmış kalbinin sadece bir insanın sesiyle şaha kalkması ne kadar garip. Tek kişilik dünyamın nüfusuna bir kişi daha ekleniyor. Rengarenk ve kıpır kıpır olan bu dünya Ankara’nın keşmekeşine sığmıyor. Kafesin içinde iki kuş var şimdi. Gitmek istiyorum sevgilimle. Küçük bir kasabaya. Renklerimizle coşacak küçük, bahçeli, toprakla uğraşabileceğimiz bir köy evimiz olur belki.

Bu arada... Anne! Şimdi anladım babamı ne kadar çok sevdiğini...

BİZİM BÜYÜK UMUDUMUZ

Ben Ankara’ya Kızılay’da âşık oldum ilkin. Küçük bir kasabadan gelmiş 17 yaşında bir genç kız olarak büyülendim Atatürk Bulvarı boyunca uzanan ışıklı dükkânları görünce. Bahçelievler’de perçinledim bu tutkumu. 7. Cadde hüznüme, sevincime, umuduma, hayalime pek çok kez yoldaşlık etti. Caddenin ortasındaki kestaneci amcaya birçok akrabamdan daha yakın hissederim kendimi. Yıllar geçtikçe her bir sokağına, her bir caddesine bağlandım Ankara’nın. İşte bu bağlılığım, Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz eserini okurken hatırı büyük bir dost mektubu okuyormuşum gibi hissetmeme yol açtı. Birçok yönüyle bende büyük izler bırakan bu romanın Ankara’da geçiyor olması, sürpriz bir şekilde sunulmuş bir armağan gibiydi bana.

Ender ve Çetin… Bu hikâyenin iki kahramanı. Her gün otobüste, metroda, markette, kestanecinin başında gördüğümüz bizim gibi(!) sıradan insanlar aslında. Aynı bizim gibi, yaşam kavgasına düşmüş, sevdikleri yemeklerle, dinledikleri şarkılarla, saçlarını tarama şekilleriyle var olan iki insan. O kadar bizdenler ki bir arkadaşımızın günlüğünü gizlice okuyormuşuz gibi hissediyoruz romanda ilerledikçe. Edebiyata düşkün olan Ender’in ağzından dinliyoruz tüm hikayeyi. Öylesine sıkı iki dost ki bu iki adam, böylesine büyük bir dostluğu aşktan ayıran şey ne diye sordurdu bana çoğu kez. Aynı evde yaşayan, birbirini koruyan kollayan, birbirinin sevdiklerini iyi bilen, her şeyi birbirinin gözünden okuyan, ortak noktaları bol bu iki adam, hiç şaşırtıcı olmayacak bir şekilde nihayet aynı kıza (Nihal) “âşık” olduklarında, biz, yani büyük çoğunluğun aksine seviniyorlar. Evet, seviniyorlar şerefine kadeh kaldıracakları bir ortaklıklarının daha çıkmasına. Beynimizden vurulmuşa dönüyoruz bu noktada. Bir türlü anlam veremiyoruz aslında aynı kızı sevmenin aynı yemeği sevmekten farklı olmadığına, sevmek eyleminin tüm nesnel oluşumların üstünde olduğuna. Aynı kıza âşık olmalarıyla değil, seslerinin dışarıdaki çocuk sesleri arasında olmayışıyla niteliyor kendi “büyük çaresizliklerini” Ender. Bu noktada “bizim büyük çaresizliğimiz”sevgiye hak ettiği değeri vermeyi reddediyor oluşumuz galiba.

Aslında bu roman hayatın sürekli tekrar etmesinden alıyor bütün tılsımını. Bu nedenle hayatı doya doya yaşamamız gerektiğini öğütlüyor ve yapılacak en yanlış şeyi bu geri dönüşü olmayan zaman çarkında sevmeyi ve sevilmeyi, esasen yaşamayı reddetmek olarak tanımlıyor. Aynı zamanda romanda sık sık insanoğlunun varoluş sorunsalı üzerinden bir takım çıkarımlarda bulunuluyor. Aklımızın garip dünyasına giren kapıları açıyor. Kitabı okudukça, Ender’in de dediği gibi, hayatımızın her anında sürekli kendimizi olumlayacak, tüm yaptıklarımızı haklı çıkaracak şeyler bulduğumuzu fark ediyoruz. Kendimize ve vicdanımıza karşı haklı çıkmadıkça nefes alamadığımızı farkediyoruz. Huzuru, tercih edilmesi pek hoş olmayan bir yolla temin ediyoruz yani. Mekanizmanın böyle işliyor oluşu elbette ki yer yer ürkütüyor bizi ama sistemin bunu gerektirdiğini duyumsayınca “insanoğlu işte” diyoruz, o büyük kazanda yalnız olmadığımızı düşünüp rahat bir nefes alıyoruz. “Nihal” üzerinden hepimize büyük bir hayat sorgulaması yaptıran sorular soruyor bu eser. Ender’in verdiği her cevap yüzümüze bir tokat gibi iniyor, bencilliğimizden, iki yüzlülüğümüzden ve şatafatımızdan utanıyoruz ve belki de ilk defa yalınlığa bu denli özeniyoruz.

Sonunda ne olacak dedirten kitapların aksine sonu hiç gelmesin istenen bir kitap aslında bu. Nitekim aslında bitmiyor da hikâye. Yarın ne olacağını bilmiyoruz, elimizde sadece Ender’in tabii ki Çetinli hayalleri var. Bir yerden tanıdık geldi mi? Yarına dair elimizde sadece hayallerimiz yok mu? Hafta sonu gideceğimiz pikniği düşünmek her şeyden çok mutlu etmiyor mu bizi? Hafta sonu başında bekleyeceğiniz mangal gibi içinizi ısıtacak Bizim Büyük Çaresizliğimiz, sizi kıskıvrak yakalayıp yine size sizi anlatacak, hatta sizin büyük umudunuz olacak belki de. O yüzden şimdi bir çay demleyin de sandalyenizi camın önüne koyup usul usul yağan karı izleyin. Çünkü hayat çok güzel.

NORA

On beş yaşındayım. Çok yakın bir arkadaşım, büyüdüğüm küçük kasabadan sadece on dört kilometre uzaktaki görece daha büyük bir kasabada akşam saatlerinde başlayacak bir doğum günü partisi düzenliyor. Hayatımda ilk kez kendi başıma şehir değiştireceğim için çekiniyorum ailemden izin almaktan. Tabii çocuklarını baskı altında büyütmemeye yemin etmiş bir ailede büyüdüğümün henüz farkında değilim. Çok yalvarmama gerek kalmadan koparıyorum izni. Kimbilir belki de yalvarmadığım için ailemin sıkı sıkı tembih ettiği eve dönüş saatine itaat etmeye çok da gerek olmadığını düşündüm. Henüz cep telefonlarının olmadığı bir zamanda, eve bir buçuk saat geç döndüğümde annemi ağlarken buluyorum. Hiç kızmıyor, uzun uzun ağlıyor. Keşke kızsa... “Anne olunca anlarsın” diyor ve devam ediyor ağlamaya. Yeni bebeği olan ablam, gencecik oğlunu toprağa vermiş halam, alt komşu Melahat Teyze herkes bir şeyleri anne olunca anlayacağımdan bahsedip duruyor. Bense önce “kadın” olmanın derdindeyim. Toplum tarafından kutsanan “anne” kimliğinden önce toplum tarafından benimsenmeyen “kadın” kimliğini kullanmaktan yanayım. Muhtemelen anne olmadığım için anlayamadığımı(!) kara kara düşünürken, Nora ile tanıştım.

1800’lerin sonunda Norveç’te yaşıyor Nora Helmer. Âşık olduğu bir kocası, üç tane birbirinden sevimli çocuğu var. Çocukları sayesinde küçükken çok sevdiği evcilik oyunundan kopmak zorunda kalmamış. Zaten evlenmesiyle evciliği bırakması arasında pek bir zaman farkı da yok. İyi bir ev kadını. Cilveli, neşeli, hamarat, her şeyden önemlisi güzel. Musmutlu bir hayat sürerlerken birden kocası Torvald hastalanıveriyor, doktorlar Akdeniz havasının iyi geleceğini söylüyorlar. Bu da üç çocuklu Helmer ailesi için oldukça büyük bir maddi yük. Kocasının tarla kuşu Nora, Torvald’a babasından aldığını söyleyerek, bir şekilde denkleştiriyor parayı. Ailesinin geleceğini kurtarmak için koca bir borcun altına giriyor, hem de kefil gösterdiği babasının yerine attığı sahte bir imzayla. Neyse ki değiyor bu riske, kocası kurtuluyor. Nora, dişinden tırnağından arttırıyor, günü gününe ödüyor borcunu, yaptığı fedakârlığın gururuyla. Evet, gurur. Çok gurur duyuyor kendiyle. Çünkü kendisi gibi kadın olan en yakın arkadaşı bile “kadın” olmasından dolayı yaptığı her işi, kurduğu her cümleyi küçümsüyor. Nora da ne yapsın? Bir gün bu sahte imza olayı başına iş açıyor Nora’nın, alacaklısı tehdit ediyor mahkemeye vermekle. Cezası ağır çünkü bu sahtecilik işlerinin.

Nora’nın gözü pek. Hemen korkmuyor öyle. Adalete inancı tam. Suçlu olan bir yanı yok ki? Kocasının hayatını ve çocuklarının geleceğini kurtarmak için “kadın” haliyle yaptığı bu yüce fedakârlık neden suç olsun ki? Yine de kocasının kulağına gitsin istemiyor. Çünkü biliyor ki Nora, kocası ona çok âşık. Böyle bir durumdan haberdar olursa Nora’yı kurtarmak için suçu üstlenir ve bankadaki işi tehlikeye girer. Bir şekilde öğreniyor Torvald durumu ve ne yazık ki olaylar Nora’nın tahmin ettiği gibi gelişmiyor. Torvald “kadın” olduğu için bu duruma düştüğünü pek de hoş olmayan bir şekilde bağırıyor Nora’nın yüzüne. Nora susuyor. Böyle bir kadının (!) çocuklarına annelik edemeyeceğinin altını çizerek hakaret ediyor Nora’ya. Nora susuyor. Beş dakika sonra alacaklı insafa gelip senedi yolladığından hemen ağız değiştiriyor Torvald, Nora’yı bağışladığını söylüyor. Nora susuyor. Hayatını değiştirme kararı verdiğinde gidip üstünü değiştiriyor. Binlerce kadının binlerce yıldır attığı çığlığı kelimelere döküyor Nora. Kadın olduğunu hatırlıyor. Sekiz yıldır kendi evinde bir birey değil, bir figür olduğunu öğrenmesi pek hoş değil tabii. Ve gidiyor Nora. Üç çocuğunu bırakarak, ardına bile bakmadan. Çünkü biliyor “kadın” olmadan “anne” olamayacağını. Tarihte ilk defa bir anne “gidiyor”. Biz, anne adayları, anneler, babalar kanımız donmuş şekilde ama hak vererek bakakalıyoruz arkasından. Nora anne olmasına rağmen anlamıyor. Nora gidiyor.

Teşekkürler Henrik, beni Nora ile tanıştırdığın için.

SABAHATTİN’E

Sevgili Sabahattin,

Kusura bakma, “Sabahattin” diyorum. Neden mi? Belki haberin yok ama biraz önce yakın arkadaş olmanın ilk adımını attık ikimiz. Sen benimle sırlarını paylaştın. Gerçi istemeden yaptın galiba ama sonuçta bu dünyadaki vekilinin, kızının isteğiyle yaptın bunu. Yakın arkadaşlığa geçiş sürecimizi tamamlayabilmek için benim de sana bazı sırlarımı vermem gerek. Yanılıyor muyum? Sıkı dur, bu mektup tam olarak bu vesileyle yazılıyor. İlk kez on yıl önce uzaktan gördüm hazinelerinden birini. Kim kitabına Kürk Mantolu Madonna diye isim koyar ki! “O zamanlar Madonna var mıydı ya!” diye büyük bir şaşkınlık geçirmiştim. Bu ne cahillik dediğini duyar gibiyim. Üzgünüm ama herkes annesinin karnında öğrenmiyor böyle şeyleri, hem de ortada koca bir “Madonna” dururken. Bu arada günümüz Madonna’sını tanıyor musun? Neyse bu bambaşka bir konu. İşte o gün hazinen beni cezbetti. O gün bugündür senin haberin olmasa da ben seninle tanışıyorum. On yıla yayılan bu tanışma halinin büyük bir kısmı karın Aliye ve kızın Filiz’e yazdığın mektupları okumamla tamamlandı az önce. Kızma ama kızının izni olduğunu söylemiştim.

Yirmi sekiz yaşında Aliye’ye âşık olduğunu öğrendim. Biraz geç kalmışsın, bayağı güzel kız çünkü. Sen de dünya üzerinde en umutlu, en ümitvar âşık olmaya adaysın ama laf aramızda. Aşkı en sıcak renklerle anlatıyorsun hep. Aliye’nin neşesini övüyorsun. Aliye’ye özendiğinden mi bu? Daha o zamandan memleket meseleleri seni öyle sarsıyor ki, belki herkesten fazla sarsıyor, sen de ne yapacaksın, Aliye’nin herkese yetecek potansiyel neşesine sarılıyorsun, değil mi? Haklısın. Gözleri parlıyor Aliye’nin. Fotoğraftan bile belli olduğuna göre kim bilir sana bakarken nasıldı? Şanslı adamsın vesselam. Sözünü tutamayan bir şanslı adam. Bir ömür neşe içinde olacağınıza, gerekirse neşeyi saklandığı yerden zorla çıkaracağınıza dair sözler vermişsin Aliye’ye. Daha kırk birinde pisi pisine ölüp gitmek de ne oluyor. “Benim ne günahım var, pis bir cinayet beni çekti kopardı Aliye’den mi diyorsun? Günahın var Sabahattin, senin günahın hepimizden çok insan olmak. Memleketin çalkantısı içinde hiçbir şey olmuyormuş gibi dönüp durmak varken, akıntıyı durdurmaya çalışmak, ses çıkarmak, silahla değil mizahla yol almak, okumak, bir şeyleri düzeltmek için daha çok okumak, okudukça okumak, anlatmak, insanlığı anlatmak, seni insan yaptı. Sözünde duramamışsın çok mu? O kadar kusur kadı kızında da olur. Sen gittikten sonra, senin yazdıklarını okurken kendi uyuşukluğundan utanan, kitaba bakınca yüzü kızaran bir çok nesil geldi geçti biliyor musun? Söz dediğin nedir yani? Bu arada Aliye yanındaysa şimdi bana kızmasın, bak kavuştunuz bile.

Gelelim bana... Bakma havalı havalı durum tahlilleri yaptığıma, en çok ben utanıyorum seni ve yaptıklarını düşündükçe biliyor musun? Çünkü biliyorum neleri göze aldığını ve dolayısıyla benim neleri göze alamadığımı. Belki bilmesem bu kadar utanmam. “Bilinç korkunç bir lanettir. Düşünürsün, hissedersin, acı çekersin” diyordu bir filmde, şimdi adını hatırlamıyorum. Bir insanın idealleri, daha güzel bir dünyaya katkısı olması uğruna tek başına göğüsleyebildiği şeyleri bilmeseydim, cahilliğimle ne güzel mutlu mutlu yaşardım şimdi. Ama artık daha fazlasını biliyorum Sabahattin. Memleket sorunlarıyla silahla değil yazıyla mücadele etmenin mükafatı (!) olarak hapsolduğun dört duvar arasında karınla kızının yemeklik yağına kadar düşünmeseydin, ay sonunu nasıl getireceklerini hesaplamasaydın, belki senin bizim gibi etten kemikten olmadığına inanır rahatlatırdım kendimi. Ama bu dünyadan sen geçmişken, senin gibi olamamak bana çok dokunuyor.
Neyse, seni çok yormayayım. Ben yine yazarım, hem belki o zaman neşeli, aydınlık haberler veririm sana. Bu gece olmadı, affet. Daha önce görmememe rağmen çok özledim seni. Bu hissi iyi bilirsin sen, öyle şen şakrak anlatılamaz özlem. Herkesin çok selamı var. Hasretle gözlerinden öperim.

En yakın arkadaşın,

Gülçin