27 Ağustos 2015 Perşembe

KÜNDEYE GELMEK

Güreş sporunu hiç sevmem. Yedi göbek Edirneli olmama rağmen bir kez bile Kırkpınar müsabakalarına gitmedim. Tabii ki her spor türüne büyük özveri ve disiplin gerektirdiği için saygı duyuyorum ancak bu durum ne yazık ki vücutlarını yağlamış amcaların birbirlerini yakalamaya ve yere devirmeye çalışmalarını zevkle seyretmeme yetmiyor. İşte bu sebeplerle, sinemanın önünde durup hangi salona gireceğime karar verirken Foxcatcher Takımı’na pek de hoş olmayan bir önyargıyla yaklaştım.

Foxcatcher Takımı tam bir güreş filmi. Güreşte olimpiyat şampiyonu olan iki kardeşin (David Schultz ve Mark Schultz), ülkenin en zenginlerinden, güreş âşığı John du Pont ile ilişkilerini konu edinen film gerçek bir hikâyeden sinemaya aktarılmış. Aile, para, başarı, hırs, azim gibi hayatın yapı taşlarına alışılmadık bir kurguyla değinen film izleyiciye dört ayrı koldan katharsis yaşatıyor.
Mark ve David kardeşlerde başarının, aileye verilen önemin ve paranın farklı yansımalarını görüyoruz. David ve Mark’ın ağabey-kardeşten ziyade baba-oğul ilişkisini andıran yakınlıkları aslında oldukça aşina olduğumuz bir durum. David hırslı, azimli, başarılı ve kardeşi Mark’ı kendi çocuklarından ayırmayan bir aile babası olarak izleyicinin kalbinde yer ederken, Mark ağabeyinin gölgesinde kalmayı seçmiş, yine ağabeyinin verdiği taktikler sayesinde olimpiyat şampiyonu olmuş ama asla ağabeyiyle aynı noktaya gelememiş, ağabeyinin bir babaya yaraşır sonsuz şefkat ve özverisine nail olabilmiş ama asla kendi olmamış, adı hep ağabeyiyle anılmış bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Paranın gücüyle, hayatında böylesine yeri olan ağabeyini bir kenara koyan Mark, zaman içinde bunun vicdan azabını çok derin bir şekilde yaşıyor.

Bu aile tablosuna paralel olarak du Pont ailesiyle tanıştırıyor bizi yönetmen Bennett Miller. Sahip olduğu servet ile hobi, arkadaş ve hatta bir kardeş satın alabileceğine inanan John du Pont’un yalnızlığı ve bu yalnızlık içindeki çırpınışları izleyicide film boyunca acıma, öfke vb. birçok duygunun aynı anda uyanmasına yol açıyor. Gurur duyduğu, spor müsabakalarından
kazandığı ödüllerin durduğu “ödül odası”, başta izleyiciyi özendirirken, neredeyse hepsinin para karşılığında temin edildiği öğrenildiği anda bir “utanç odası” haline geliyor. Hiçbir şeyden memnun olmayan, oğluyla asla gurur duymayan, neredeyse hayatı zindan eden anne du Pont ise, John’daki tüm kırıkları açıklar şekilde filmdeki yerini alıyor. İzleyici yer yer kendini John için üzülürken buluyor, hatta hak veriyor ona zaman zaman. Filmin öyküsünü bilmeyenler için şok edici sona gelindiğinde hak verdiğine pişman oluyor bu kez izleyici, hak verdiğine, John için üzüldüğüne yanıyor filmin sonuna kadar. Acımanın yerini ne yazık ki öfke ve üzüntü alıyor artık.

Steve Carell’in John du Pont rolüyle dünyadaki sayılı oyunculuk performanslarından birini sergilediği film, Mark Ruffalo’nun büyüleyici oyunculuğuyla defalarca yaşamak isteyeceğiniz bir tecrübe vaat ediyor. Yönetmen Bennett Miller’ın kasvetli kurgusu, normal seyrinde giden olaylarda bile izleyicide gerilim yaratmayı başarıyor. Bu kasvet havası John du Pont rolünü üstlenen Steve Carell’in usta performansıyla birleşince filmin bir sonraki anını tahmin edebilmek neredeyse imkânsız hâle geliyor ve film göz kırpmadan izlenebilir oluyor. Güreş sevdasının incelikle işlenmesi, antrenmanların yapıldığı spor salonlarında güreşçilerin istekli ve umutlu bir şekilde yansıtılmaları, izleyicide güreş sporuna ister istemez bir sempati yaratıyor. Tüm bu etmenler birleştiğinde Foxcatcher Takımı güreşten nefret eden beni, filmin sonunda âdeta kündeye getiriyor. İlham verici oyunculuk performansları, gerçek bir öyküden aktarılan enteresan kurgusu, daha önce yaptığı işlerle adından söz ettiren usta yönetmeni ile Foxcatcher Takımı her yaştan izleyiciyi sinema salonlarına çağırıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder