27 Ağustos 2015 Perşembe

GİTMEK

On yaşındayım. İlk kez bir taşınma macerasında buluyorum kendimi. İstanbul’un büyük bir ilçesi olan Bakırköy’den Trakya’nın küçük bir ilçesi olan Babaeski’ye taşınıyoruz. Ablamın orada iş bulması ana sebebimiz ama babamın Babaeskili oluşu da oldukça büyük bir etken tabii. Babaeski’ye, her yaz tatilinde babaannemi görmek için gittiğimizden aşinayım. İstanbul’da, başıma bir şey gelir endişesiyle yalnız başıma dışarıda oynamama izin verilmezken, Babaeski’de sabah çıkıyorum evden, akşam ezan okunurken giriyorum. Mahalledeki arkadaşlarımla bildiğimiz bütün oyunları bitirdikten sonra yeni oyunlar icat etmeye başlıyoruz. Babaeski’den İstanbul’a her dönüşüm hüzünlü, çünkü bacak kadar boyumla özgürlüğümün elimden alındığına inancım tam. İşte bu sebeplerle İstanbul’dan Babaeski’ye taşındığımız için benden mutlusu yok. Annemler de en az benim kadar memnunlar. O zamanlar neden olduğunu pek anlamıyorum ama sürekli küçük şehirde yaşamaya heves ettiklerinden bahsedip duruyorlar. Güle oynaya taşınıyoruz Babaeski’ye.

Ancak çok geçmeden jeton düşüyor bende. Sineması bile olmayan, kısacası sosyal yaşam adına hiçbir şey vadetmeyen bu küçük ilçenin zorlukları ilk gençlik yıllarımda beni oldukça rahatsız etmeye başlıyor. Sokakta oynama yaşım da geçtiğine göre hiçbir şey mutlu etmiyor beni. İstanbul’dan geldiğimiz için her gün biraz daha kızıyorum aileme. Annemlerde ise aksi bir durum söz konusu. Küçük bir ilçede yaşadığımız yetmiyormuş gibi şimdi de bahçeli, küçük, benim o zamanlar “köy evi” diye adlandırdığım müstakil bir evde yaşama planlarından bahsediyorlar. Toprakla, çiçekle uğraşmak istiyorlarmış. Bir türlü anlayamıyorum hayatının 25 yılını İstanbul gibi bir cennette geçirmiş bu insanların küçük bir bahçeli evde nasıl mutlu olacaklarını ve gün geçtikçe daha çok küsüyorum onlara. Bu küçük kasabada başka yapacak bir şey bulamayınca İlçe Halk Kütüphanesi’nin müdavimi oluyorum. Daha çok kitap istiyorum, daha çok imkân, daha çok İstanbul. Kafesin içinde hissediyorum kendimi ve kafes gün geçtikçe daralıyor.

Ne olmak istediği sorusuna “İstanbul’da okumak istiyorum” diye cevap veren kızımızın yüzüne üniversite sınav sonucu tokat gibi iniyor: Ankara. Yine de pek mutluyum büyük şehirde yaşamaktan. Çok da seviyorum Ankara’yı, her caddesini, her sokağını. Ama ne yazık ki yavaş yavaş geçim derdi boy göstermeye başlıyor. Annemin yıllarca verdiği nasihatler bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkıyor. Bu büyük şehirde kendimi mutlu edebilmek için kredi kartlarıma yüklendikçe yükleniyorum. Sonra borcumu ödeyebilmek için nefret ettiğim bir işte çalışırken buluyorum kendimi. Nefret ettiğim bu iş hayatımı öyle bir sıkıntı içine sokuyor ki bu sefer oksijen almak için sarılıyorum kredi kartlarına. Kredi kartları için çalıştığım, ama bir yandan da çalıştığım için kredi kartlarına yaslandığım iğrenç bir paradoksun içinde buluyorum kendimi. Hayata dair beni neyin mutlu ettiğine dair bir fikrim yok, anlık mutluluklardan günler, haftalar, aylar yaratmaya çalışıyorum. Büyük bir illüzyonun içindeyim ama sihirbaz bir türlü parmağını şıklatmıyor. Sürekli sorguluyorum kendimi, hayattan beklentilerimi. Az çok cevabım var bu sorulara ama yirmi üç yaşında olmasına rağmen yüreğim yorgun, bir panzehir bulmaya yetecek mecali kalmamış. Büyük şehir gittikçe yutuyor beni, Babaeski’yi düşlüyorum. Derken bir gün, tüm bu yakarışları duymuş gibi Tanrı bir armağan veriyor bana Ankara’da: aşk. İnsanoğlunun milyarlarca eşleniğinden birini seçmesi ve istemsizce aynı hareketi gerçekleştirmeye programlanmış kalbinin sadece bir insanın sesiyle şaha kalkması ne kadar garip. Tek kişilik dünyamın nüfusuna bir kişi daha ekleniyor. Rengarenk ve kıpır kıpır olan bu dünya Ankara’nın keşmekeşine sığmıyor. Kafesin içinde iki kuş var şimdi. Gitmek istiyorum sevgilimle. Küçük bir kasabaya. Renklerimizle coşacak küçük, bahçeli, toprakla uğraşabileceğimiz bir köy evimiz olur belki.

Bu arada... Anne! Şimdi anladım babamı ne kadar çok sevdiğini...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder